26 Şubat 2009 Perşembe

GECENİN BU SAATİNDE

Yine çağırıyor uyku yumuşak kollarına. Bilmem, acaba nerelere uçacağım kanatlarında düşlerimin. Direnmek mümkün değil çağrısına. Aklımın ermediği, bilmediğim yerlerde, bilmediğim insanlara tanıştıracakmış beni. 2. yaşamım gibi sanki uykularım. Orda da bambaşka bir hayatım var. Gitmem lazım. Ölüme gidiş de böyle mi acaba, direnmeksizin, koşturarak. Yarın hücrelerim yenilemiş, kaslarım dinginleşmiş uyanırmıyım acaba? bütün bunlar bi yana sadece uyanabilirmiyim acaba? yine babaannemi, babamı ve dedemi görürmüyüm rüyamda. İyiki geliyorlar rüyalarıma. Onları sürekli çağırıp rahatsız ediyorsun diyorlar. Hayır. Ben onları çağırdığımdan değil, onlar beni merak ettiğinden geliyorlar, biliyorum. Akılları bende. Ama gelmeselerdi, çağırırdım. Özlemi gidermenin başka bir yolu mu var ki?

HOŞGELDİN DOSTUMMMMM


Herşeyin değeri yokluğunda daha bir belirginleşir. Yokluğunu hisseder gözünüz, kulağınız, elleriniz ve en çok da yüreğiniz. Hayatınızdaki yeri ne kadar da büyüktür. Nerdedir, ne yapıyordur, nasıldır, yoksa üzgünmüdür, yorulmuşmudur? merak edersiniz. Onunlayken çabucak geçen günler geçmek bilmez. Ve dersiniz: iyiki varsın, yürek arkadaşım, dostum, kardeşim. İple çekersiniz geleceği günü, çocuklar gibi. Anlatacak, dinlenecek ne çok şey birikmiştir boğazınızda. Ona saklamışsınızdır hepsini.

İşte geldin. Çok şanslıyım çoook. Herşeyini benimle yürekten paylaşan bir dostum olduğu için. Beni olduğum halimle kabul ederken, beni yargılamadan elimden tutup, hatalarımı anne şefkatiyle söylediğin için yürekten teşekkürler. Bu dünyadaki kalan ömrümü hep yanında, yakınıda, mutluluklarımızı paylaşark geçirmek isterim. Hayallerime seni de kattım dostum. Eşlerimizle beraber, bahçemizde, sallanan sandalyede, örgü örüp kaneviçe işlerken çizdim hayalimin resmini. Sevgiyle yumuşayıp pamuk olmuş kalbinden öpüyorum seni. Canımmm Benimmmmm.

25 Şubat 2009 Çarşamba

CHE


Sadece sohbet etmektir amacınız ya da biraz dertleşip rahatlamak, belki de küçük bir espriyi paylaşmak. Bir süre sonra kendinizi karşıdakine hesap verirken bulursunuz. Ama, yooo aslında, ben..... diye başlayan cümlelerinizin çoğunu tamamlayamazsınız bile boğazınıza tıkılır cümleler. Sanki o hakim siz mahkum.....yargılanır, yargılanır, yargılanırsınız. Ne demek istediğiniz bir türlü anlaşılmaz. Hüküm bellidir: SUÇLUSUNUZ! Kalem kırılır, boyun bükülür. Avukat bile istemezsiniz, yorulmuşsunuzdur, kafanız şimiş ve karışmış olarak, sırtınızı döner gidersiniz. Bir türlü anlamadan nasıl buraya geldik şimdiyi. Niye hesap verdiğinizi bile anlayamamışsınızdır. Ama bazı insanlar vardır, 2 dakikalık beraberliğinizde durumu hemen hakim&mahkum sahnesine getirir. Bay/Bayan bilir, anlatır, söyler, önerir, tabiki bu onun en doğal hakkıdır; çünkü o BİLİR. Ona vahiy gelmiştir bir yerlerden doğruların en doğrusunu bilir. Ve en doğal hakkıdır, sizi bilgilendirmek, yargılamak ve gereken cezanızı vermek. Tanrı görevlendirmiştir onu bu kutsal görevle, aksatmadan yapar görevini. suçunuz "yeşil kağıt" olmaktır, onca beyaz kağıt arasında. Neyine ki senin yeşil olmak, bak etraftaki bütün kağıtlar beyaz. Sen mi akıllısın bi tek, kral ve kraliçelerin aklına gelmememiştir de senin gibi bi marabanın mı aklına gelmiştir yeşil olmak. Niye olagelen düzeni bozuyorsun? Niye yeşil olup onların beyazlığını daha bi vurguluyorsun, sen terörist misin????? Büzüşüp kalırsın, ard arda açıklamalar yaprken bulursun kendini. Mahkeme kurulmuş bi kere, yargılanacaksın, kalem kırılacak, asılacaksın.........Ya da onlar gibi olacaksın.
Ya da Che gibi hepsine birer nanik yapar, açıklama gereği bile duymadan, sırtını dönüp gidersin. İşte o anda kendilerinin belirledikleri krallıklarına, monarşilerine son vermiş olursun, sonsuza kadar. Ve kendi küçük dünyanın kral ya da kraliçesi olursun. Bu yargısız dünyaya asla onları sokmaksızın.

23 Şubat 2009 Pazartesi

BEN EN SON NE ZAMAN MUTLU OLDUM?


Davetsiz misafirler gibi bazı sorular habire kafamızı meşgul eder. Ta ki cevabını bulana kadar. Nedense bu soruların cevabı da kolay kolay bulunmaz. Dolayısıyla sık ziyaretlerine maruz kalırsınız. Aklıma zırt pırt gelen sorulardan biri şudur: yaaa benim hayatımın bu gününe kadar en mutlu olduğum an hangisi ya da hangileriydi acaba? Düşünürüm, parmaklarımla sayarım.
Sorumun cevabını alamayınca, öncelikle benim için mutluluk nedir, bunu tanımlamam gerektiğini anladım. İnsanoğlu pek çok duyguyu birbiri ile karıştırabiliyor. Aynı anda o kadar çok şeyi birden hissedebiliyoruz ki hepsi bir yumak halini alıyor. Üzüntümüzü sinir olarak, heyecanı mutluluk olarak algılayabiliyoruz.


Mutluluğu bir renk olarak düşünmeye çalıştım. Yeşile boyadım mutluluğu. Yaşadığım olayları renklendirdim, çıkamadım işin içinden. Kimi sarımsı yeşil, kimi mavimtrak, kimsi hepten mordu. Güldüğüm, gülümsediğim anları düşündüm. Ben hiç kahkahayla gülmemki, gülümsemelerimi de hatırlayamadım. Bilindik yöntemi denedim. Üniversiteyi kazandığım an: ııhh, hatta mutsuz bile olmuştum. Peki bitirdiğim an: yok yaa, çok yorgun ve bezgindim fakülteyi bitirdiğimde. ben fakülteyi değil, fakülte beni bitirmişti aslında. Evlendiğim an: elbette sevinmiştim ama o kadar zamandır tanıyordum ki Onu, hep benim olduğuna inanmıştım zaten. Çocukların doğumu: ağrılarımı saymazsak elbette mutluydum ama bir o kadar tedirgin. Bu yöntemlede olmadı yani.

Hay allah ben mutlu olmayı bilmeyen, huysuz, geçimsiz birimiydim özetle karamsar. Ama ben kendimi iyimser, ümitkar biri olarak tanırdım. O zaman aman allahım ben hiç mutlu olamamışmıydım, hayatım öylesine mi geçmişti? Ben acıların çocuğumuydum? Küçük emrah bari artiz olup para kazanmıştı. Biz de elde var sıfır durumu. Öleyim daha iyi dedim bunun üzerine sen çek çek dünyanın yükünü ve hiç mutlu olma. Revamıydı bu bana?


Neydi ki bu mutluluk, ne mene bir histi? İçin pır pır mı ederdi, kalbin güm güm mü atardı, ayakların yerden mi kesilirdi,,,,,Hani milli piyangodan 50 milyar çıkar onun gibi bişey miydi? hani doçent olursun, oh beee kurtuldum dersin, hani cillop gibi bir Q7 alırsın, fiyakalı fiyakalı binersin....Ufff neydi ya bu mutluluk!


Birgün düşünürken buldum mutluluğun ne olduğunu, daha doğrusu benim için ne anlama geldiğini. Tam o anda mutlu olmuştum ve bunun farkına varmıştım. Çay bahçesinde "mavi tüy"ü okuyordum, kitap çok güzeldi ve nerdeyse bitirmek üzereydim, hava çok güzeldi, adam çayı iyi demlemişti, kuşlar yaz şarkısını söylüyordu. İçim bir huzurla doldu. Yaaa herşey çok güzeldi ve hep güzel olacaktı. Bunu farkettim işte. Sonra geçenlerde mor menekşem patır patır çiçek açtı, inanılmaz güzeldi, büyüledi beni, her gün sevdim onu, açışlarına baktım, mucize gibiydi. benim için açmıştı, onu seviyordum. Tatilde prenseslerle beraber oturup goblen işleyip, kitap okumuştuk, fadimoşla ne güzel sohbet etmiştik. Kendime çok güzel yazan iki kalem ve bir defter almıştım bi gün, koşa koşa odama gelip, denemek istemiştim kalemlerimi. Hadi yaaaaa. anlamıştım galiba. Lan ben hep mutluydum zaten. Küçücük şeylerdi beni mutlu eden. Kalemler, kitaplar, bir teşekkür, bir takdir, bir puzzle ı bitirmek di hepsi. Bloguma playlistimi ekleyebildiğim gün koşa koşa iki arkadaşıma bunu haber vermiştim (epeydir uğraşıyordum da). Bloğa ilk yazıyı yazıp, tıklayınca onu karşımda görüvermem benim mutluluklarımdı. Heyyooo..... (kendimi doğru tanımış olmanın sesi bu) . ne güzel ömrümün geri kalan günlerini kendimi karamsar bir lanet olarak düşünerek geçirmeyecektim. Ennnnn olanını düşündüm sonra, en en mutlu olduğum anı ya da anları ve bu kriterler eşliğinde buldum: çocukken evcilik oynadığım anlardı ve ben çoğunlukla tek oynardım (kardeşin olmayınca). Bu dünyadan tamamen kopardım, önce oyunu kafamda canlandırırdım, sonra oyunu kuarar başlardım oynamaya. Tahta bir masa vardı altına girerdim ve masanın üstünü battaniye ile örterdim. Oynardım, oynardım.........Oyun bittiğinde çok mutlu olurdum, oynarken çok mutlu olurdum. O anda olurdum, oyun oynarken, başka şeyler yoktu aklımda. Okul yoktu, babam yoktu, kırmızı ayakkabı yoktu. Ben vardım, benim kurallarımla oluşturduğum bir oyun vardı, yargılar, tenkitler yoktu.


Hayatı da böyle bir oyun gibi oynamayı öğrenmeye çalışıyorum artık. Ve biliyorum ki mutluluk gelen ve giden bir durum değil. Zaten ya var ya da yok. Mutluysanız, mutlu bir insansanız bir takım sıkıntılar o an sizi sallıyor ama yıkılmıyorsunuz. zaten mutsuz bir insansanız evler, arabalar (Q7 ler), başarılar sizi mutlu etmiyor sadece geçici hazlar veriyor, egonuzu daha bir şişiriyor. yeni beklentilerin peşinde sürükleniyorsunuz. Oysa o gün uyandığınızda hava güneşliyse, camı açıpta şöyle misss gibi havayı soluyorsanız, sabah taze demlenmiş çayınız siz istemeden gelmişse, hastanızın biri size dua etmişse, hatta beddua etmişse bile mutlusunuzdur. Hadi be amcam öyle olsun, aşkolsun der güler geçersiniz. Hava yağmurluysa yağmuru dinlersiniz, toprağı koklarsınız, yine sıcacık çay, yağmurda kitap okumak. Kar yağsın, sabah kalkıp hiç basılmamış kara basmak, karda Canla beraber koşmak......saymakla bitiremem.


Anladımki beni mutlu eden küçük şeyler, beni bana anlatan şeyler, kendimce şeyler. Yıllar sonra gelen bir itiraf: sen olmasan diye başlayan. İnanamazsın cümleye, ne çok da beklemişsindir duymayı hatta ümidi kesmişsindir bile. Gözlerin dolar. "Sen çok güçlüsün..."ile başlayan cümle yüreğini eritir. Kendin bile inanmışken güçsüz olduğuna artık.


Çok şanslıyım çooook, Tanrım bana böyle bir ruhu emanet ettiğin için. Sana söz veriyorum bu naif ruuhumu zedelemeden, pırıl pırıl, "bayan doktordan" ama çok kullanılmış olarak teslim edeceğim geri. Gülerek geleceğim sana, huzurla, bir sonbahar günü, akşam üstü olacak zamandan. Uyur gibi geleceğim kollarına korkmadan.

Postu "into the wild, Pearl Jam" ile birlikte okursanız daha güzel oluyor, tecribeyle sabittir.

Gelin bu da bir mim olsun: En mutlu olduğunuz an neydi?

Öykü ve Sufi Saja'nın mutlulukları neymiş bakalım. Şimdiden ellerine sağlık.

21 Şubat 2009 Cumartesi

BEN MİNİMİNNACIK ÇOCUKKEN


Geçenlerde Biraz'ı okurken kıskanmıştım mimini: çocukluk hikayelerimiz. İstesem mimlenmeden de yazardım ama özenti ve kıskanç biri olmayayım diye yazmadım. Yaşasın, bir baktım aynı mimle mimlenmişim Öykü tarafından. Bu tip isteklerimin anında olması beni hem mutlu ediyor hem de hayıflanıyorum. Aklımdan geçirmem yetiyor sanki. Gerçi sonunda bu mucizenin nedenini çözdüm. Bilahere anlatacğım sonra sizlere.

Gelelim çocukluk günlerime. Biraz'ın nutellası gibi benim de çokomelim vardı. Uff ya şimdi ağzım sulandı. Ne güzeldi, kocaman, dışı çukulata kaplı, içi pamuk gibi marshmellow. Kitap okurken yemesi ayrı bir zevkti. Dışındaki parlak kağıtları tırnağımla düzeltip, defterlerimin arasında saklardım.

Sonracımaaaa, yaz tatilleri müthis geçerdi. Ankarada Yenimahallede oturuyorduk. Evler bir ya da iki katlı ve bahçeliydi. Yeşil bir semtti. Her yaz bir kez parti düzenlerdim. Çok eğlenirdik. Şarkılar söyler, tiyatrolar yapardık. Ama en önemlisi güzellik yarışmasıydı. Nedense hep ben seçilirdim ya da kendimi seçtirirdim:) Tacı takarkenki (sanırım kartondandı) onurumu hiç unutmam.

Uff yaptığım bi ayıbı da anlatayım bari. Alt katımızda benden küçük bir erkek çocuğu vardı. Annesi işe gittiğinde evde yalnız kalırdı. Bi de kumbarası vardı. (eee durumu anlamaya başladınız herhalde). Bigün bikaç arkadaş onlara gittik, annesi yoktu. Hadi gel açalım şu kumbaranı, gidelim bakkala, ziyefet çekelim kendimize dedik. Onunda çok hoşuna gitti bu fikir. Aldık paraları, daldık bakkala. Ne bulduysak aldık onar beşer, bi köşede aldıklarımızı zevkle yiyişimizi hiç unutmam. Ertesi sabah kapı çaldı, aşağıdaki çocuğun annesinin sesi: Fatmanım teyze, bizim çocuğun kumbarasındaki paralar yok, sizin kız bişey biliyormu acaba. Babaannem bana koştu, ben uykudayım numarası yapsamda, kızım biliyormusun, aşağıdaki çocuğun kumbarasındaki paralar yokmuş, senin birşeyden haberin var mı? diye sordu. Yoooo babaanne, hiç haberim yok, Allah allaaahhh ne oldu ki? dedim. canım babaannem hep inanır ve güvenirdi bana. Komşuya durumu anlattı oda inandı. Herneyse, çocukluk işte ama o çocukta çok eğlenmişti. Adını hatırlamıyorum şimdi ama bizi elevermediği için ona hala müteşekkirim.

Sonracımaaaaa, ufff ya öyle çok anım varki. Anlatması da çok zevkli. Bigün dedeme çok kızmıştım. Allah rahmet etsin, oldukça huysuz biriydi. Ben de karar verdim ona büyü yapmalıydım. Gardrobumuzun bir yerine acaip şeyler karaladım ve dedem buraya dokununca büyüleneceğine inandırdım kendimi. Epey bekledim herhangi bişey olmadı. Ben de yaptığım karalamalardan dolayı azarlanmadığım kısmı ile idare etmek zorunda kaldım.

Bi ayıp hatıra daha sizlere. Memlekete gitmiştik. Bissürü çocuk oynuyoruz evde. Bi tane yapışkan bi kız var ona gıcık oluyoruz. Ama bi türlü düşmüyor yakamızdan. En sonunda ona bir ceza vermeye karar verdim. Hadi gelin hep beraber zeytin ekmek yiyelim dedim. tabi bizim sülük de "eveeet evett yiyelim hadi" diye sırıttı. Artık haketmişti bu cezayı. Zeytinlerin bir kısmını aldım. (Allahım affet beni) tuvalete gittim ve üzerlerine çişimi yaptım. Ve bu değişik soslu zeytinleri ona yedirdim. Gariban bişey anlamadan keyifle yedi.
Dahası da var. İlkokuldayım, tenefüste simit aldım. Arkamda da arkadaşım "Altın". O da aldı simitini, daha büyük bir para vermiş olmalı ki kantinci ona az önce benim verdiğim parayı para üstü olarak verdi. Garip bir kızgınlık kapladı içimi. Kıza bağırdım: "heyy, ver onu, benim param o, az önce ben verdim onu kantinciye". Kız saf saf baktı ve verdi parayı bana. İnanın bunu bilerek, parayı ondan çalmak için yapmadım, gerçekten o paranın benim olduğunu düşünmüştüm. Hakkım olduğuna inanmıştım.

Buarada bende sokakta bulduğum, yarım kalmış diş macunlarını yerdim. EEE.. mesleğim o zamandan belliymiş. Kendi bahçemizde de olmasına rağmen ayten teyzelerin çağlalrını çalmayı çok severdim. Onları gözetler evden ayrıldıklarını gördükten sonra sulu ekşi çağlaları torbaya doldururduk. Arkadaşımla balkona oturur hem kitap okur hem de onları yerdik. Seneler sonra, bi gün babanneme "biliyorum hep bizi gözlerdi ve sonrasında çağla ağacına çıktığını bilirdim, ne tatlı şeydi" demiş. Sağol ayten teyzeciğim.

Sizde yaparmıydınız bilmem. Babaannem ekmek almaya gönderirdi. Ohhh sıcacık ekmeği alırdım, önce tepesini bi koparırdım, giderek daha aşşağı, daha aşşağı derken eve geldiğimde ekmek yarılanmış olurdu. Haaa bide belli saatte randevulaşır, apartmandaki arkadaşlarla tuvaletten konuşurduk. Tuvaletler apartmanın aydınlığına baktığı için sesimiz çok güzel giderdi birbirimize.

Ne zaman evin anahtarını evde unutsam, karşı çamlık bakkala koşar tahta merdivenlerini alır, balkondan eve girerdim. Amma cesurmuşum. Buarada evimiz 1. kattı ama çok alçak değildi.

Kedilerim vardı. Ev kedimiz pamuk, dışardaki, sürtük (habire bacaklarımıza şapp diye yapışıp sürünürdü), siyah kedi ve diğerleri. Onları beslerdim. Doğum yaptıklarında kömürlükte onlara bakardım. ev sahibimiz çok kızardı ama o zaman da laftan anlamayan biriydim, tıpkı şimdiki gibi.

Bi de un, bulgur ve pirinci çiğ yemeye bayılırdım. Halamla babaannem mantı yaparken onlara yardım ediyor ayağı ile, bi yandan onları da lafa tutarak, çalardım mantılardan. Tam biriktirdiklerimi somyanın altında yiyecekken halam yakalamıştı beni. (boşa gitti canim etli hamurlar). Bi de babamın mide "dankları" vardı. Ne zaman iş becerecek olsam somya altına girerim ya, yine zulaya yatıp, dankları doldurmuştum ağzıma. Tabi bu seferde babama yakalanmıştım. epey bi azar yediydim.

Bi de halamın anlattığı benim pek hatırlayamadığım bir anım var. Beni kısa süreliğine evde yalnız bırakıp bakkala gitmiş ve beni iyice tembih etmiş ağlama hemen gelicem diye. Halam eve dönerken bi bakıyor ben camın önünde elimle cama vuruyorum ve ağlamaya başlıyorum. Kızıyor bana " bi sabredemedin, geliyoruz işte" diye. Eve bi geliyor ki ben camı tıklatayım derken arının üstüne vurmuşum parmağımla, oda sokmuş iğnesini. Ağladığım oymuş aslında. Oda bana kızdığına çok üzülmüş.

Ne güzeldi Türk filmleri ailecek seyrederdik. Dedem bana televizyonun önüne yastıklardan yer yapardı. hani Tarık Akanlı bi film vardı. Hani fakirdiler. Kardeşleri kan kanseriydi ve televizyon istiyordu. Çalıp getiriyorlardı. Tam anteni takıp çalıştıracaklardı da çocuk izleyemeden ölüyordu. Ben buna bir hafta ağlayınca dedm film izlememi yasaklamıştı.

Daha nelerrr, neler. Ahhh çocukluk. Hiç büyüdüğümü düşünmedim. Hatalarım belki ondandır. Halam hep der keçi gibi inatçıydın diye. Galiba yine öyleyim. Sağol Öykücüm, güzel günlerimi hatırlattın bana. Ayrıca beni mimlemeseydin kıskançlıktan kurdeşen dökecektim

20 Şubat 2009 Cuma

NEDEN? NEDEN? NEDEN?


Sabah ne kadar güzel başlamıştı. Keyifle odama gelmiştim, çayımı içmiştim, bloglarımı okumuştum, çok güzel bi de müzik dinliyordum, bi kar yağıyordu, bi yağmur........ne bileyim işte güzeldi. Oldum olası severim sabahları, erken kalkmayı, işime koşmayı, parfümümü sıkmayı. Bunlar benim güzelliklerim. Ruhumun mücevherleri gibi.

Çalan telefonla birlikte çok üzüldüm. Sevdiğim gencecik biri rahatsızlanmıştı. Ama bu benim hayatın kötü bir yer olduğunu düşünmeme neden olmadı. Hayat aslında tam da buydu işte. Ona yardım etmeliydim, ailesinin yanında olmalıydım. Uzun zamandır bunun olabileceğini düşünüyordum zaten. İyi görünmüyordu. daha dün akşamüstü konuşmuştuk. Son zamanlarda yanıma daha bir sık gelir olmuştu, belli ki yardıma ihtiyacı vardı.

Psikiyatri çok zor bir bilim dalı. Ruh bu filmini çekemezsin, biyokimyasal tahlilini yapamazsın, ameliyat edemezsin. Bazen kendi ruhuna söz geçiremezsin. Çok ince bir materyalden yapılmış olan bu ruh fazla yıpratılmaya da gelemez. Ona da böyle olmuştu işte. Gayet normal, eğitimli bir insan. Gözlerine bakıyorum, O ama O değil. Onun gözleri gibi bakmıyor bana, gülüyor, hep gülüyordu ama onun gibi değil. Ben konuşurken bana bakıyordu ama ne duyduğundan eminim ne anladığından. Arabayı kullanırken sağ elimi tuttu. Bırakamadım, sol elimle kullandım arabayı. Ellerime ihtiyacı vardı. Gülüyordu, durmadan gülüyordu. "Gül dedim, iyce gül, içinden geldiğince, hatta o komik olan şeyi bana da söyle, beraber gülelim, ben hiç böyle içten gülmemiştim" Güldü ama komik değil korkunçtu, ürperdim. Sonra hep ağladı. "istediğin birşey var mı" dedim, baktı "isteyebilirmiyim" dedi. "isteyebilirsin tabiki dedim, yapabilirmiyim bilmem ama sen isteyebilirsin". Acilde hep yaşlılar vardı. O ise daha 31 yaşında. Yaşlı insanların zamanla birlikte organları tekliyordu oysa onun ruhu zedelenmişti erkenden. Çok üzüldüm. Sevmem psikiyatri kliniklerini, hem de hiç sevmem. İçimi acıtır orası, yaralarımı didikler. Gitmek istemem oraya. Doktor hastaneye yatırmaya karar verdi. Sordu "başka hastaneye mi gideceğiz" "hayır" dedim. "Bir tatil yapacaksın burda tamam mı" gülümsedi, gocunmadı. "Dinlenmen lazım dedim, çokça dinlenmen, bolca uyuman, tamam mı" dedim. Başını itaatkarça salladı. Zaten "hadi, biraz uyu dediğimde de gözlerini itaatkarca kapamış, uyumasa da açmamıştı. Bu itaatkarlığı içimi çok acıttı. Sevmedim bu itaatkarlığı, burda oluşunun nedeni de bumuydu acaba. Hastaneden ayrıldım, bulutlar kara karaydı. İçim kara değildi ama. Düzelecek demişti doktor ve biliyorum ki o güçlüydü. Zaten bütün bunlar güçlü olduğu için olmamışmıydı? Güne son olarak yediğim trafik cezası noktasını koydu. Hız limitini geçmiştim. Hemen herkesin, her zaman geçtiği limiti, bugün de ben geçmiştim. Ama bugün geçmemek gerekiyordu. Naapalım, itaatkarca attım imzamı. Gücüm yoktu zaten, güvenli sığınağıma ulaşmalıydım biraz önce. Korkuyorum psikiyatri kliniklerinden, orada terkettiklerimin anılarından. Tanrım, lütfen. O daha 31 yaşında. Ruhunu onarmasına yardım et. ben bu sefer söz veriyorum elimden geleni yapacağım. Onu bilinmezlik, karmaşa diyarının çığlıklarının kucağına bırakmayacağım, bizlerle kalmalı. Neden, neden o, neden kaybettiğim, sormadan edemiyor yüreğim. Neden onlar. İşte yürğim dolu dizgin çarparken, ayağım gazda, yiyorum trafik cezamı afiyetle. O şimdi hastanede. ben evimdeyim tıpkı eskisi gibi. Ama o evine dönecek. Ben bu sefer ellerimi çekmeyeceğim ellerinden.

19 Şubat 2009 Perşembe

AHLAKSIZ SÜMBÜL HIRSIZI


Bu gün kafam karıştı. Kızmalımıyım, üzülmelimiyim, sevinmelimiyim, kınamalımıyım, uyarmalımıyım...............


Öğlenleri yemek yediğimiz restoranda çalışan garson bana hediye olarak bir saksıda beyaz bir sümbül getirdi. Konu işte bundan ibaret. Çiçeği getirdiğinde yanında birbirinden tatlı çocukları da vardı. Bir takım işlerinde yardımcı olmuştum kendisine. O da teşekkür etmek istedi sanırım. Tabiki sevindim. Çünkü yaşayan ve yaşamaya devam edecek olan bir çiçek bana verilebilecek en güzel hediyelerden biridir. Çiçekleri ve onlara bakmayı, onlarla ilgilenmeyi çok severim.


Zaten dün öğlen yemeğinde o restoranda her masada vardı bu sümbüllerden. Çok hoşuma gitmişlerdi ve keşke ben de bitane alıp dikseymişim diye hayıflanmıştım. (Uff ya keşke daha büyük şeyler isteseymişim, hep böyle oluyo ama haksızlık bu, kitap, çiçek, kalem, defter, piknik masası gibi isteklerim tepeden inip beni buluyo ama, şöyle Q7, ne biliiim 50 milyar gibiler hep karavana, dur ya yarın da bunu yazayım ben). Bana önce yardımlarım için teşekkür etti sonra torbadan bu sümbülü çıkarttı. Ben de ona çok teşekkür ettim, çiçekleri çok sevdiğimi, dün restoranda bunları görüp çok beğendiğimi, keşke bi tane de benim olsa dediğimi ekledim. sanırım o da mutlu oldu ve gittti. Asıl mesele bundan sonra benim bi başımayken düşündüklerim. Daha doğrusu senaryodan ibaret kuruntularım. "yav bu adam bu sümbülü çaldı mı acaba restorandan?", "ayyy eğer çaldıysa, alıp torbaya koyarken ne zor olmuştur", "yaa şuna bak, hırsız mı bu şimdi?", "acaba almamalımıydım?", "dün bunları orda gördüğümü de söyledim, ayıp mı oldu acaba?" "belki de çiçeği alırken haber vermiştir canım", "izinsiz aldıysa, onu kibarca uyarıp, böyle şeyler yapmaması konusunda ona kibar bir vaaz mı verseydim acaba?".........gibi bir sürü düşünceyle doldu kafam. Sonra düşündüm, düşündüüüüüm, düşşşüüünnddüümm.....Çiçeği aldığımda mutlu olmuşmuydum ilk anda: evet. ben mutlu olup teşekkür edince o mutlu olmuşmuydu?: evet. Diyelim ki ahlaksızca, beni mutlu etmek ve müteşekkir olduğunu göstermek için sümbül hırsızlığı yapmıştı....Komik geldi bana bu cümle. Ahlaksız, hırsız, sümbül ve mutluluk kelimeleri bir araya gelince pek bi saçma oldu nedense. Zaten google da arattım hırsız ve sümbül kelimelerini, hani şöyle gündeme uygun afilli bi resim koyayım diye, bişey çıkmadı. Eğer çaldıysan dedim, helal olsun sana, birine teşekkür edebilmek ve belki de o kişiyi mutlu etmek için sümbül saksısını gizlice almak hırsızlık mıydı acaba? eh öyleyse ben bu hırsızlığı çok sevdim. Belkide zaten düşündüklerimin hepsi çok saçma ve fesatçaydı. garip teoriler üretmekte üstüme yoktur zaten. Hımmmm sümbül de çok güzel kokuyor. Keşke dün ben de pembe olanını gizlice alsaymışım, yan yana iyi dururlardı. Di mi?

18 Şubat 2009 Çarşamba

SARI PAPATYAM


Sabah aynanın karşısına oturmuş, herzamanki gibi özenle makyajımı ve saçlarımı yapıyorum. Canı'ı (köpeğimiz, ama ben ona köpek demek istemiyorum) gezdirmekten dönen sarı papatyam "anne anne baaaak" diyerek merdivenlerden yukarı çıkıyor. sesinden anlaşıldığı üzere, pek bi heyecanlı. Elinde bi demet yeşermiş lale soğanı...Görür görmez çakıyorum durumu ama belli etmeden dinliyorum onu.
"Anne bunlar bizim bahçenin köşede öylece çıkıvermiş, ne güzel bak zedelemeden kökünden çıkardım, saksılara dikelim, ne güzel dimiiii"
"Tabii kızım çıkarlar, çünkü geçen sene hüseyin amcanlar (karşı komşu) dikmişti o laleleri"
Bizimkinin yanakları kıpkırmızı oluyor.
"yaaaaaa"
Bi yandan da kızacağımdan korkuyor, daha beteri geri gönderip onları yerine diktireceğimden. Gülüyorum:
"tamam annecim, koy onları dikelim saksılara ama diğerlerini de toplama olur mu?" gülerekten.
Öyle utanıyor ki sarı papatyam. sarılıp seviyorum.
"canım annem benim, tatlışım, sen onları öylece pırtlayıvermiş mi sandın bakiiiim, gucu gucu gucu, bi de anne anneeee baaaaak mı dedin sen".
Sonra eşime diyorum ki "bu sene bahçemize biraz daha çiçek ekelim, papatyam çiçekleri seviyor, ben de yazın çiçekli bahçemde oturur ders çalışırım" Bi yandan da içimden:
"Bizim delilşmen sarı papatya da elalemin çiçeklerine musallat olmaz" diyorum.
Çooooook seviyorum sarı papatyamla mor menekşemi. İkisi de öyle yumuşak, öyle iyi kalpli ve öyle dürüstlerki. Canlarım benim. Çok şanslıyım çoooook, sizin gibi iki narin çiçeğin annesi olduğum için. Bi de birbirleri ile dırıldaşmasalar, süper olacak.
Aklıma çocukluk günlerimi getirdi papatyam. Ankarada otururken, evimizin karşısında bi park vardı. Ben küçükken, babaannecim, halacım ve ben oraya gider otururduk. Onların oturup konuşmaya daldıklarından emin olduktan sonra, gizlice benim çam ağacının altına seyirtirdim. Hemen altına eğilir, çimlerin arasını kurcalamaya başlardı. Bi yandan da sağı solu kontrol ederdim, beni gören var mı diye. Ve o da neeee, yaşasııın, yine çıkmış benim rengarenk çiçeklerim. O anki büyüyü size anlatamam, heyecanla dolardı yüreğim, heyyoooo, benim çiçekler yine çıkmışşşşşş. (Bana göre o çiçekler benim için çıkıyordu). Öyle herzaman bakmazdım, zaman tanırdım büyülü çiçeklerime. Bugün gibi heyecanı yüreğimde, çiçeklerin renkleri gözümüm önünde. Hemen onları koparırdım. Eve gidip suya koyardım. Hatta o çiçeklerin elimde olduğu, saçlarım yandan 2 kulak gibi bağlanmış, kırıtık bir resmimde var:) Eh serde boğalık var, ille koparırdım çiçekleri "benim" olacak ya.
İşteeeeee, o gün bugündür, hayatımı mucize gibi yaşadım. Önüme çıkan basit güzellikleri bana sunulmuş bi lütuf olarak gördüm. Beklemeyi bildim. Aferin bana. Di mi????

17 Şubat 2009 Salı

ŞÜKÜR



Baktımda bi şöyle, hep gıcık olduğum şeyleri yazıyorum. Amma dolmuşum ha! Etrafta öyle çok haşerat var ki yaz yaz bitmez. Sağ olsunlar; onlar da olmasa bloga malzeme çıkmayacak. Hadi ya, yine gıcık gıcık yazmaya başladım. Dün mesai çıkışı, içimden söylene söylene gidiyorum, kızmışım bişeylere. Tam o sırada biri indi merdivenlerden, çok zorlanarak. Önümden geçerken baktım, özründen dolayı o kadar zor yürüyor ki. İkinci adımı atabilmesi için ellerinden yardım alması gerekiyor ve iki adımı arasında sayı sayılabilecek kadar zaman geçiyor. Kapıyı açıp, dışarı çıkacağında telaşlandım. Hem kapıyı açıp, tutup bi de çıkabilecek miydi acaba? Yardım gereksinimi olur diye bekledim, ama hemen de atlamak istemedim. Belki gücenebilirdi, kapıyı tutmama. Ben bunları düşünürken hızla bir çocuk koştu adama doğru: babaa, baba diyerekten. Ve benim yapmayı planladığım yardımı yaptı babasına. Seslenirken öylesine bir tedirgindi ki, sanki baba oydu, baba çocuk. Duygulandım, küçücük yüreğinde taşıdığı sorumluluktan dolayı saygı duydum çocuğa. Yoluma devam ederken tökezleyerek yürüyen bir kadın da onlara yetişmeye çalıştı. Çocuk "anne burdayız" deyince şok oldum. Yok artık, anne de mi özürlü, nasıl bir aile bu? diye aklımdan geçirirken, şanslı çocuk, sen bari sağlamsın diyerek sevindim. Allahım, ne büyük cesaretti, 2 özürlü insanın çocuk sahibi olma kararı vermesi. Ya o da böyle olursa diye düşünmüşler miydi acaba? Ya da sağlam olursa bize bakar mı demişlerdi? Tevekkül dedikleri bu muydu? Yoksa cahillik mi demeliydik? Ne geniş bir ranj: tevekkül-cahillik, aralarında uçurumlar var sanki. Bilmem siz ne düşünürsünüz ama ben onları çok mutlu gördüm. Belki benim o anki halimden bile daha mutluydular. Gocunur gibi bir halleri hiç yoktu. Benim hayattaki ana kriterim mutluluktur. Öyleyse bu tevekküldü. Bütün bunlar 1 dakikadan daha kısa bir sürede oldu. Acaba dedim sadece benim kendime gelmem, hayatımdaki güzellikleri görmem için miydi bu senaryo? Belki de bütün bu olanların nedeni sadece buydu? O zaman bütün bunlar boşa çekilmesin, şükredeyim bari dedim. Güler yüzlü bir şekilde eve doğru seyirttim. Giderken:
Tanrım, verdiğin ve vermediğin herşey için şükürler olsun demeyi de unutmadım

15 Şubat 2009 Pazar

GÖZLERİM DOLDU



Sizi en çok mutlu eden hediyeler nedir diye bir soru sorsalar, sayacaklarımın içinde kesinlikle bu ödül de olur. Teşekkür ederim Yabani Kuzu. Diyecek birşey bulamıyorum. Daha blog hayatımın başlangıcında, acemice ama çok severek yaptığım bu blogun sevilmesi beni çok mutlu etti. Beklentisiz başlanan ve yapılan şeylerin takdir görürdüğü doğruymuş demek ki. Blogumu neden sevdiğini de bilmeyi çok isterdim. Bugün öyle iyi geldi ki bu hediye sizlere anlatamam. Yoluma devam etmem gerektiğinin bir işareti gibi sanki. Hadi bakalım işe koyulalım. kesinlikle beğenerek takip ettiğim daha fazla blog var ama seçmek durumundayım:


  1. Siminya adlı bloguyla, Siminya: Siminya (inanamıyorum Siminya'cık belki de bu ödüle sahip olmamın tek nedeni sensin. Daha bugün sana yazdığım yorumumda ilk ödülümü sana vereceğimi yazmıştım, akabinde bu oldu)
  2. Bi Gün adlı bloguyla, Sherlotte Holmes: sherlotte holmes
  3. İnandığım Masallar adlı bloguyla, Haşim: Haşim Arıkan
  4. Uyuz Cadı adlı bloguyla, Uyuz Cadı: uyuz cadı
  5. Göründüğümden Daha Fazlasıyım adlı bloguyla, Çiğdem: Cheetos
  6. Chu-chu Sensei adlı bloguyla, srqluciddreaming
  7. Hayattan Masallardan Biraz adlı bloguyla, Alper: Biraz

İşte böyle, gerçekten bu blogları seviyoruuuuummmm.

10 Şubat 2009 Salı

BİRİ ŞU DÜĞMEYE BASSIN!


Etrafıma baktığımda, herkes bir koşuşturma içinde. Hayat sanki hızlı çekim. İçimden, bir buton olsa diyorum; bassam; bir anlığına her şeyi durdurabilsem. Herşeyi yakından izlesem: Dondurma yiyen çocuğun yüzündeki hazzı, yan yana gezen iki sevgilinin birbirine kenetlenmiş ellerini, para üstü veren simitçinin yüzündeki hayat kaygısını, sabah eşiyle kavga edip evden çıkmış kadının yüreğindeki kırgınlığı seyretsem dakikalarca......Koşuşturma durduğuna ne kadar da bambaşka oluyor hayat. Anlık duygular kalıyor geriye sadece. Bu durma esnasında, insanlar dinlense, ben dinlensem. Onlar böyle donup kalmışken, koşuştursam aralarında, çocuğun elinden dondurmasını alıp yalasam ve geri eline tutuştursam, yüzü asık olan kadının dudaklarının kenarlarını yukarı doğru çekip, yüzüne gülümser bir hava versem, simitçinin eline bi 50 Lira tutuştursam, sevgililerin eline bir papatya versem........Bi banka oturup sıkılana kadar seyretsem, seytersem..........Düğmeye yeniden bassam, herkes kendine gelse. Çocuk dondurmasını yalamaya devam etse, sevgililer papatyayı koklasa, simitçi mutlulukla elliliği cebine koysa, kadın içindeki sıkıntının nasıl olup da geçtiğini düşünse.....
Tıpkı Amelie gibi, bazılarına küçük cezalar verebilsem bu durgunluk anında. Az önce garsonu gereksiz yere azarlayan o kaba adam mesela: tam hayat durmuşken, bıyığının yarısını kessem, o küçük çocuğu bileti yok diye otobüse almayan şoförün başına çiçekli, tüylü bi şapka taksam. Düğmeye bassam, garson gülmeye başlasa, adam şaşırsa ve aynaya baksa........Otobüs şoförü, otobüse binen herkesin gülmesi ile dikiz aynasına baksa......... Öğrencisini aşağılayan o asık yüzlü hocanın yanağına siyah kocaman bi böcek kondursam.....kendine geldiğinde böcek ağzına doğru kısa bi gezintiye çıkmış olsa...se, sa, se, sa.............
Bu sebebi bilinmez koşuşturma içinde neleri kaçırdığımı hep merak etmişimdir. Bilmeden kaç üzüntülü insanı azarladım ya da şaka yapayım derken kaç kişinin kalbinin ince yarasına parmak bastım? Ya da o yaşlı teyzecik ne çok sohbet istemiş, günlerdir bir merhaba bile almamıştı da benim onu dinlemeye gücüm yoktu? Çok geveze olan yan komşumla karşılaşmamak için ne taklalar atmıştım, oysa bana çok güzel bir iltifat edecekti belki de sadece....küçücük prensesime kocaman bir anne olmama rağmen bağırmam ve onun kaloriferin önüne çöküp ağlaması, acaba yaptıklarımızın ya da yapmadıklarımızın ne kadar farkındayız?
Küçük bir dokunuş belki de 10 tablet antidepresan etkisi yapabilir, karşındakini sabırla dinleyebilmek panik atak durumunda yatıştırıcı olabilir. Gelin şu düğmeye zaman zaman basalım.

5 Şubat 2009 Perşembe


İnsanlar hakikaten birbilerine benziyor. Ama önemli olan kalbi ve aklı aynı frekansta titreşen bu benzerlerini evrenin içinde, saklandıkları yerden bulmak... Ben şanslıyım bazılarını tanıdım. Dün okudumda Aydan Atlayan Kedi'nin en sevdiği çiçek nergismiş. Bende burdan ona bir demet nergis yolluyorum bütün nergis sevenlerle birlikte koklayalım hadi.

Sevgilerimle

4 Şubat 2009 Çarşamba

YENİ BİR DÜZEN LAZIM




Planları, kurguları ve bunlara göre yaşamayı beceremeyenlerdenim. Bundan şikayetçi de değilim. İç sesimin önergelerine göre hareket ederim. Genellikle önceden planlamalar yapmam; çünkü anın değişkenliğini iyi bilirim. Daha plan yapmaya başladığım anda sıkıntılar basar ve vazgeçerim. En iyi karar, o anda verilen ve uygulanandır prensibi ile yol aldım şimdiye kadar. İyi ya da kötü epey bi yol katettim. Ancak birkaç gündür iç sesim bu sefer plan yapmamı ve bir program dahilinde bir süre yol almamı söylüyor. Dinlememezlikten geldim, yanlış duymuşumdur diye düşündüm ama yok.....Cumartesiden beri aynı şeyi durmadan tekrarlıyor. Program yap ve buna mümkün olduğunca uy! Eh, ne diyelim, kaç yıllık iç ses, dinlemesen ayıp olur. Herşeyi yapmam gerektiğine inanmıyorum ama yaptığım şeyleri uflayıp puflamadan, severek, içten yapmam gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle yeni düzene güzel niyetlerle başlamak istiyorum. Dua etmeyi severim; aslında duanın Allah ile sohbetten öte bişey olmadığına ve Onun her daim bizi duyduğuna inananlardanım. Duanın kaderimizi değil, enerjisi ile hücre yapımızı ve ruh halimizi değiştirip, dua ettiğimiz şeylerin frekansına ayarlayarak, bizi değiştirip, istediğimizi elde etmemizi sağladığını düşünüyorum. Öyleyse :
Sevgili Tanrım, merhaba, yeni bir yola girdim (tabiki biliyorsun da naapiim başlangıç cümlesi kurmam lazım). Elimden gelen çabayı göstermek için bana güç ver. hep olumlu, huzurlu ve telaşsız olmamı sağla. Ben elimden geleni yapamazsam beni Sen destekle ve dürtükle, Sana ihtiyacım var. Bu yolda işlerimi kolaylaştır, engelleri önümden kaldır. Bana her zaman destek oldun, biliyorum. Yine kapındayım. Bişeyler istemek ya da istememek ne kadar doğru bilmiyorum. Bu nedenle belki yanlış bir karar versem de Sen sonunu benim için en hayırlı olanından eyle. Teşekkürler Allahım.
Bu arada neden bu resim: Filmin adı "Bucket List" ve ben Jack Nicholson hayranıyım. Ölmeden önce yapılacaklar listesini uyguluyor yine filminde çılgın Jack. Seyretmenizi öneririm. Mutluluklar hepimizle olsun..... (yazıyı playlistteki "happy ending" adlı parçayla birlikte dinleyebilirsiniz).


2 Şubat 2009 Pazartesi

RÜYA GİBİ GEÇTİ





Belki kısa olduğu için, belki güzel olduğu için çok çabuk geçti şu tatil. Yoo, yo öyle Roma'ya, Paris'e falan gitmedim: tamamen evimdeydim, çocuklarımla birlikte. Uzun zamandır böyle bir tatil hayal ediyordum; bana çok iyi geldi. Bissürü şey yaptım. Örgü ördüm, goblen işledim, kitap okudum, çay içtim, müzik dinledim, köpeğimi sevdim (o da bu tatilden çok memnun kaldı tabi). Sevdiğim blogları takip ettim tabi birde. Ohhh be ev gibisi var mı? Bissürü paralar verip alıyor ve döşüyoruz ama bitürlü o evin keyfini çıkaramıyoruz. İlk defa uzuuun uzun camın önündeki koltuklarımda oturabildim perdeyi açıp. Öyle öğlenlere kadar falan da uyumadım en geç 8.30 da kalktım, gün çabuk tükensin istemedim. Gerçi zaten geç kalkabilenlerden ve gündüz uyuyabilenlerden değilim. Erken yatıp, erken kalkmayı severim. Sanki güneşle kalkıp, güneşle yatmak gibi. Çiftçi olurmuş aslında benden, doğayı ve bitkileri de çok severim.
En güzeli de ne biliyor musunuz? Çocuklarımla doya doya beraber olabildim. Sohbet ettik, yemek yaptık, oyun oynadık ve gezdik (tabii buarada bazen didişdik de). Ne kadar büyüdüklerini bir türlü algılayamıyor yüreğim. Gözlerim görüyor, aklım biliyor ama yüreğim laf anlamıyor. Sanki bir temassızlık var yürekle aklımın arasında. Bi zamanlar minicik elleri ve ayakları olan bu bebeklerimin bu kadar büyüdüğüne inanamıyorum, kendimin 2 çocuk annesi olduğuma da... Prenseslerimin olgunluklarına şaşıp kalıyorum...Aslında anlıyorum ki; ben onları değil, onlar beni büyütüyor. Mor menekşem bana "küçücük annem" diyor. Sarı papatyam benden daha mantıklı ve tutumlu davranıyor. Onlarda kendimi ve eşimi görüyorum, hatalarımızı, güzel özelliklerimizi. Bu genler ne garip şeyler. Çocuklarımız bize ayna tutuyorlar sanki. Kendi babamı düşünüyorum. Beni, tek çocuğunu ne kadar çok sevdiğini, babaannemi düşünüyorum...kızamık olduğumda sabaha kadar sırtımı kaşımasını...Onlara sevgimi, şükranlarımı yolluyorum. Biliyorum ki duyacaklar. Onları daha çok anlıyorum, anne oldukça hayatı daha çok anlıyorum.