27 Şubat 2013 Çarşamba


İşte oturacak yeni bir yer daha:)

26 Şubat 2013 Salı

OTURAN BOĞA



Pencerelere özel bir ilgim var. Hele ki ardındaki manzara böyleyse. 


Ne dersiniz bu camın önünde de bir ömür geçirilmez mi?
 Eh benim gibi tembel (keyfine düşkün de diyebiliriz) bir insansanız, burcunuz boğaysa, doğa, kitap ve müzik üçlüsü sizin nirvananızsa, neden olmasın?


25 Şubat 2013 Pazartesi

ECKHART TOLLE



Yaratıcı ve yapan kişiler kendilerini yaptıklarında kolayca kaybedebilirler. Yani yaptığınız aktivite tarafından ele geçirilip, yaptığınız şeyin büyük ölçüde önemli olduğunu düşünürsünüz. Öyleki asıl önemli olan, o yaratımın doğduğu bilinç halini unutursunuz. Kendinizi yaptığınızda kaybetmiş olduğunuzun en iyi işareti negatif enerjinin oluşmaya başlamasıdır. Sanırsınız ki yaptığınız şey altta yatan bilinçten daha önemlidir. Gerçekten önemli olan ne yarattığım veya yaptığım değil; önemli olan hangi bilinç halinde olduğumdur.
Eckhart Tolle




22 Şubat 2013 Cuma





Mutluluk


zerafet, renklerin güzelliği
 
 
ve müzik

21 Şubat 2013 Perşembe

20 Şubat 2013 Çarşamba

Ego gözlenmeyen zihin ve bu zihnin duygularıdır.
Egoya karşı savaş kazanamazsınız. Onunla savaştığınız an onun bir parçasısınızdır.
Kendi eski kalıplarnıza gülebilmek onlardan özgürleşebilmenin en iyi yoludur.
Burada şuandaki varlığınızı hissedin, düşünce ve aktivitenizi değil. 
Eckhart Tolle

18 Şubat 2013 Pazartesi



Istırap olanın üstüne zihin tarafından ilave edilen yüktür.
Gecikme sonsuzlukta önemsizdir fakat zamanda trajiktir.
Sizi yanlış yola sevketmek epey zaman almıştır. Fakat gerçek siz olmanız hiç zaman gerektirmez.

Eckhart Tolle

17 Şubat 2013 Pazar

Tel que tu es by Charlotte Gainsbourg on Grooveshark

Bu görseli, Aydan Atlayan Kedinin Tumblrında görünce pencereden gelen hafif rüzgarı yüzümde hissettim. Bence haziranın ortasıydı ve hava inanılmaz güzeldi. Sıcak değldi ama insanın içini ısıtıyordu. Ve güzel bayanın yaptığı gibi tam da kitap okuma zamanıydı. Ve o anda ne kadar yorgun olduğumu, sessizliğe, huzura ihtiyacım olduğunu düşündüm. oysa yorgun değildim. Sadece sessizliğe ve huzura ihtiyacım vardı. Nedense sessizliğe ve huzura olan ihtiyacımı yorgunluğuma bağlama alışkanlığım vardı. Sanki sadece yorgun olunursa sessizliğe ve huzura sığınılabilirdi. Oysa şu bir gerçek ki, insan yorgunken huzur ve sessizliğin bile tadını çıkaramıyor. İlla bahaneler aramadan sessizlik ve huzurla kendimizi ödüllendirmeyi ayıp sayıyoruz galiba. Hala ödül diyorum:) sakinlik ve huzurun elde edilecek birşey olduğu inancının kıskacından kurtulamıyorum. Sanki birleri bir zamanlar kulağımıza güzel şeyleri haketmemiz, haketmek için de önce acı çekmemiz gerektiğini fısıldamış. Vallahi yalan, billahi saçmalık. Hepinize güzel bir pazar gecesi diliyorum.

L'un part l'autre reste by Charlotte Gainsbourg on Grooveshark

14 Şubat 2013 Perşembe


Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş.
Burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş.
Sağ u solu gözler idim, dost yüzünü görsem deyû,
Ben taşrada arar idim, ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrıdır ben gayrıyam,
Bende görüp işiteni, bildim ki ol cânân imiş.


http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2013/02/tek-basina-nasil-yorabilirim-bu-dunyayi.html 

String Quartet No. 9 in C major ('Rasumovsky 3') Op. 59/3: Menuetto grazioso by Beethoven on Grooveshark

8 Şubat 2013 Cuma

Yataktan kalkmak gerekmeyecek / Yalnız şafak girecek bomboş odaya

Hüzünlü bir rüya gördüm.
İzmirde Sevgili Sufimin evindeydim ama bu sefer o yoktu evet ölmüştü. Şurda oturuyordu dedim. Büyükannesi ise son anına kadar kendi işini kendi yaptı, insanlara hizmet etti oysa tüm sinirleri tutulmuştu korkunç ağrıları vardı dedi; çok tatlı nur yüzlü bir kadındı. Sonra mutfak evyesinin önüne gittim. Burda bulaşıklarını yıkamıştı dedim. Tam önünde yeşilliğe bakan küçük bir cam vardı. O anda öyle hüzünle doldu ki içim anlatamam.Hıçkırıklar tüm göğüs kafesime doldu ve ordan taştı. Sevgili Tutsak Abim vardı karşımda. Aslında sarılmak istedi içinden ama ben yine sarılamadım. Sufim beni dinlememiş bana sarılmıştı oysa:) Bana yarısına gelmiş, siyah bir kurşun kalem gösterdi bunu birşey yap dedi. Ne yapmamı istediğini tam anlayamadım. Kare beyaz bir zarf içine koyup kalemi bana verdi. Onu ebediyyen saklamam gerektiğini düşündüm.

Bu sabah şu yazıyı okudum keyifle:

http://piktobet.blogspot.com/2013/02/yasama-sanat.html

Sonra aynı keyifle şunu:

http://nilufer-varyok.blogspot.com/2013/02/eger-tu-askiy-gamra-reha-kun-aruss-bin.html

Güzel bir sohbet yaptım Sevgili Zelda ile hayata ve insanlara dair ümitlerimi tazeleyen.

Sevgili Piktobetin yazısını okuduktan sonra yazarın diğre kitaplarını araştırmaya başladığımda onun ölümle ilgili şu şiir cümlesine rastladım:

"Yataktan kalkmak gerekmeyecek / Yalnız şafak girecek bomboş odaya." 

Yüreğim öylesine sarsıldı ki, ölümü bu haytta bu kadar iyi anlatan bir cümle ile karşılaşmamıştım. Bu benim ölümümü bana anlatan bir cümle tabi. Herkesin ölüm ile ilgili kendi algıları vardır. Ama bana kendi ölüm algını tarif et deseniz bu cümleye kadar anlatamazdım belki.

7 Şubat 2013 Perşembe

Gülüyorum, şaşırıyorum, sakin kalabildiğimde anlıyorum. Ama her anlamanın ötesinde onaylamıyorum. Onaylamıyor olmam reaksiyon göstermemi gerekli kılmıyor ama hayat sınırlarımın dışına taşımama engel de olmuyor. Aslında kibarca tartışabilmeyi, kendimi açıklayabilmeyi isterdim. Ancak açıklamamın da karşının algısıyla sınırlı kalacağını farketmiş olmak hayat alanımı sınırlamamın asıl nedeni aslında. Sınırlama kelimesinin kapsamı dışlama ifadesini kapsamaz (bana göre). Asgari koşullarda kurulan iletişim benim için "sınırlama". Benim tercihim dışında, yürütmekte zorunlu olduğum iletişimleri içeren dar bir yaşam alanı. Bu hayatı zorlaştırır mı? Asla. Ve hatta iyiden iyiye kolaylaştırır.

2 Şubat 2013 Cumartesi

KIŞ GÜNLÜĞÜ, PAUL AUSTER

Cheese:)

Bunun hiç başına gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, dünyada bunlardan hiçbirinin başına gelmeyeceği tek kişi olduğunu sanırsın; sonra tıpkı herkese olduğu gibi hepsi teker teker senin de başına gelmeye başlar. (sayfa 9)

Olması mutlak olan olaylara karşı beklenmeyen olaylar; bu sabah aynaya bakarken, önünde sonunda sona ermesi gibi kaçınılmaz bir olay dışında yaşamın baştan sona rastlantılarla dolu olduğunu fark ediyorsun. (sayfa 12)

Maç bitmiş, sahanın ortasında tek başına durmuş kendi kendine top tutma oyunu oynuyorsun, yani topu var gücünle havaya atıp yukarı çıkışını ve eldiveninle yakaladığın ana kadar aşağı inişini seyrediyorsun, yakaladığın anda da topu yeniden yukarı fırlatıyorsun, herseferinde de top bir öncekinden yukarı çıkıyor ve birkaç atıştan sonra hiç görmediğin kadar yükseklere çıkıyor, saniyelerce gökyüzünde kalıyor, beyaz top masmavi gökyüzüne yükseliyor, sen de bütün varlığını bu ahmakça işe veriyorsun, bütün dikkatini buna odaklıyorsun, top, gökyüzü ve eldven dışında hiçbir şey yok gözünde; yüzün göğe çevrili, topun seyrini izlerken sürekli yukarıya bakıyorsun...(sayfa 15)

Ecel geldiğinde insanın varlığının bir başka bilinç alanına kaydığını ve bunu kabullenebildiğini öğrenmiştin. Ya da öyle sanıyordun. (sayfa 33)

İnsanın üzüntüsünü, acısını normal dışa vuruşu gibi üzülmedin, o yüzden bünyen senin yerine üzülerek iflas etti. (sayfa 113)

Yetmiş beş-yetmiş altı yaşına gelmesine karşın çekiciliğiyle topluluklarda herkesi etkilemeye devam ediyordu, çünkü kafasının minik bir köşesinde kendini hala bir yıldız olarak, dünyanın en güzel kadını olarak görüyordu. (sayfa 130) 

Filmde adam bir sağlık merkezinden sokağa fırlıyor, gidecek yeri olmayan, kalabalık kaldırımlarda koşan, tarfiğin içine dalan, yanından geçtiği insanlara çarpan bu adam, az önce birkaç saat içinde olmasa bile birkaç gün içinde öleceğini, vücudunun ışıltılı bir toksinle zehirlendiğini ve zehri bünyeden atamayacak kadar geç kalındığını, artık umut kalmadığını ve canlı görünse deaslında ölü olduğunu, öldürülmüş olduğunu söyledikleri için duyduklarına inanamayarak çılgınlık nöbetine girmiş. O adamın sen olduğunu, televizyonda gördüklerinin 2002 de annenin ölümünden iki gün sonra senin başına gelenler olduğunu söylüyorsun kendi kendine: hiç uyarsız tepene inen tokmak, sonra nefesin daralması, yüreğinin güm güm atışı, baş dönmesi, ter boşanması, yere yığılan beden, kolların bacakların taş kesilmesi, çılgın gibi solumaya çalışan havasız ciğerlerin feryadı, sonuna geldiğine, bir saniye sonra var olmayacağına, çünkü kendinin var olmayacağına kesinlikle inanmak. (sayfa 132)

Çünkü panik zihinsel bir kaçışın ifadesidir, köşeye sıkıştığın, gerçek kaldıramayacağın kadar ağır geldiği, bu kaçınılmaz gerçeğin haksızlığına karşı koyamadığın zaman içinde kabaran sınırsız güçtür; o yüzden bu dehşete verebileceğin tek tepki kaçmak, kendini soluk soluğa seyirten, çılgınlaşmış bir bedene dönüştürerek aklın kapılarını kapatmaktır; hangi gerçek bundan daha korkunç olabilir? Birkaç saat ya da birkaç gün içinde ölmeye mahkum olmak, hiç mi hiç anlayamadığın nedenler yüzünden hayatının yarı yerinde bitmek, yaşamın bir andan bir avuç dakikaya, saniyeye, kalp atışına indirgenmesi (sayfa 139)

Hepimiz kendimize yabancıyız, kim olduğumuzla ilgili algılarımız ise yalnızca başkalarının gözlerinin içinde yaşadığımız kadarıyla var. (sayfa 141)

Her şimdi kaçınılmaz olarak bir sonrayı çağrıştırır. (sayfa 142)

Ailenin bavullarını buraya taşırkenki utanç verici beceriksizkliğinden sonra o kadının karşısında gülünç duruma düştüğünü hissettin ve kendinin yapamadığını bir başka insanın başarabilmesini saygıyla izledin. (sayfa 152)

O kızlar arada bir beynine ilgi duydular, çok kısa bir süre vücudunla ilgilendiler ama kalbin hiç bir zaman ilgilerini çekmedi. (sayfa 167)

Ortak ahbabınız sizi birbirinizle tanıştıdıktan bir saniye sonra karın gerçek olduğunu ortaya koydu; utanga ve çekingen olmadığı, doğruca gözlerinin içine baktığı ve ayağı yere basan biri olduğunu gösterdiği için, onu olmadığı birşeye dönüştürmen, geçmişte öteki kadınlara yaptığın gibi yaratman olanaksızdı, çünkü o zaten kendini yaratmıştı.....sen kusursuz kadın güzelliğini simgeleyen bir nesneye bakmıyor, yaşayan, soluk alan bir özneyle konuşuyordun. Nesne değil özneydi, o yüzden de hayale yer yoktu. (sayfa 169)

Eğer onun istediği buysa tabii seve seve evleneceğini söylerdin; çünkü o ne isterse senin de aynı şeyi isteyeceğini bilecek kadar uzun süredir seviyordun onu. İşte o yüzden o yaz çevrendeki herşeyi büyük bir dikkatle izledin; çünkü orası karının çocukluğunu ve genç kızlığını geçirdiği yerdi. (sayfa 174)

O semtte yaşayan herkes ücretsiz olarak o okullara gidebilir ve sen de özel eğitimin başlamasından, sorunlu diye tanımlanan çocuklar için ayrı okullar kurulmadan önceki dönemde yetiştiğin için, sınıf arkadaşlarının bazıları fiziksel engelliydi. Anımsadığın kadar ile tekerlekli sandalye ile okula gelen yoktu, ama çarpık vücutlu, kambur oğlan, bir kolu olmayan (omzundan parmaksız bir kol parçası sarkan) kız, salyası gömleğinin önünden aşağı akan oğlan, cüceden az hallice boyu olan kız hala gözlerinin önünde. Şimdi o günleri düşündüğün zaman, o insanların senin eğitiminin önemli bir parçası olduğunu, yaşamda onlar olmasaydı insan olmanın anlamını yeterince kavrayamayacağını, derinlikten ve merhametten yoksun kalacağını, acının ve eksikliğin metafiziğini hiç algılayamayacağını hissediyorsun; çünkü onlar kahraman çocuklardı. Eğer yalnızca fiziksel açıdan kusursuz olan, biçimli vücutlarını olağan karşılayan senin gibi çocukların arasında yaşamış olsaydın, kahramanlığın ne demek olduğunu nasıl öğrenecektin? O yıllardaki arkadaşlarından biri tombul, atletik yapılı olmayan, gözlüklü, yok denecek kadar küçük çeneli bir oğlandı, ama diğer çocuklar  keskin zekası, esprileri ve matematikteki başarısı yüzünden onu çok severlerdi, seni en çok etkileyen özelliği de sık rastlanmayan özverili biri olmasıydı. Yatalak bir kardeşi vardı, gelişmesini engelleyen ve kemiklerinin kolayca kırılmasına neden olan bir hastalığa yakalanmıştı; kemikleri sert bir yüzeye hafifçe değse bile hiç nedensiz kırılıyordu; birkaç kez okuldan sonra arkadaşının evine gittiğini ve sizden bir-iki yaş küçük olan kardeşinin hastane yatağında makaralara, tellere bağlı, bacakları alçıda, kafası kocaman, benzi inanılmayacak kadar solgun bir halde yatışını gördüğünü anımsıyorsun; o odada ağzını açıp tek kelime edememiştin, gergindin, belki biraz ürkmüştün; ama arkadaşının kardeşi tatlı bir çocuktu, sıcakkanlı, dost canlısı bir oğlandı; onun o yatakta yatmasını çok anlamsız, çok zalimce bulurdun ve onu her görüşünde neden senin değil de o çocuğun o gövde içinde hapsolmasına hangi ahmak tanrının karar verdiğini düşünürdün. Arakadaşın kardeşinin üzerine titrerdi, tanıdığın diğer kardeşler kadar yakındılar birbirlerine; özel, iki kişilik bir dünyayı, ikisinin de tutkuyla oyadıkları hayali beyzbol oynunun egemen olduğu gizli bir evreni paylaşırlardı; zarlar ve iskambil kağıtlarıyla oynan, karmaşık kuralları, şaşmaz istatistikleri olan bir masa oyunuydu bu, oynadıkları her oyunun, bütün mevsimi kapsayan bütün oyunların kayıtlarını özenle tutarlardı, yıllar geçip giderken bir ya da iki ayda birbaşka bir sezona geçerlerdi; hayali oyunların sezonları peşpeşe devrilirdi. 1957-58 kışında, Dodgers takımının Brooklyn'den Los Angeles'e taşınmasından kısa bir süre sonra bir akşam, sana telefon edip milli takım top tutucusu Ray Campanella'nın araba kazası geçirdiğini ve sağ kalabilirse bile ömrünün sonuna kadar felçli olacağını haber veren kişinin o arkadaşın olmasındaki isabeti şimdi farkediyorsun. Arkadaşın telefonde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. (sayfa 165-167)

Ve bu hikayeyi okurken ben de ağlıyordum.


Mutlu hafta sonları, mutlu hafta başları, mutlu haftalar, mutlu yıllar, mutlu ömürler.

1 Şubat 2013 Cuma


Sizinle çok güzel bir hikayeyi paylaşmak istiyorum:

Biri dini bütün, diğeri inançsızlığı seçmiş iki komşunun kapıları aynı avluya bakar. İnançlı kadın, sabah uyanır uyanmaz kapı önüne çıkar ve Allah’a verdiği nimetlerden ötürü sesli sesli şükranlarını sunarmış. Bunu duyan komşunun sinirleri bozulur; o da karşılık olarak pencereden “Allah yok be kadın!” diye usanmadan bağırırmış. İnançlı olan, diğerine hiç aldırmaz, her sabah aynı duayı sektirmeden yinelermiş. Günün birinde, inançsız olan, inanan kadına bir ders vermek istemiş. Gidip torbalar dolusu envai yiyecek alıp, gece gizlice kadının kapısı önüne bırakmış. Sabah olacakları gözlemeye başlamış. Derken, bizim inançlı teyze yine kapı önüne çıkmış, yiyecekleri görünce sevinçle aynı duasını yinelemiş: “Allah’ım verdiğin nimetler için sana şükürler olsun, bu yiyecekleri gönderdiğin için şükürler olsun!” Diğer komşu hemen cevabı yapıştırmış: “Allah yok diyorum be kadın! Tüm o yiyecekleri satın alıp kapına koyan benim ben!” Kadın, kafasını hafifçe çevirip tebessüm ettikten sonra, hiç istifini bozmadan ellerini göğe açıp şöyle demiş: “Yüce Allah’ım ne büyüksün! Hem bana bu yiyecekleri göndermişsin; hem de parasını şeytana ödetmişsin!”

http://www.edebifikir.com/felsefe/acize-bir-mucize-iman-ve-akil.html