Cheese:)
Olması mutlak olan olaylara karşı beklenmeyen olaylar; bu sabah aynaya bakarken, önünde sonunda sona ermesi gibi kaçınılmaz bir olay dışında yaşamın baştan sona rastlantılarla dolu olduğunu fark ediyorsun. (sayfa 12)
Maç bitmiş, sahanın ortasında tek başına durmuş kendi kendine top tutma oyunu oynuyorsun, yani topu var gücünle havaya atıp yukarı çıkışını ve eldiveninle yakaladığın ana kadar aşağı inişini seyrediyorsun, yakaladığın anda da topu yeniden yukarı fırlatıyorsun, herseferinde de top bir öncekinden yukarı çıkıyor ve birkaç atıştan sonra hiç görmediğin kadar yükseklere çıkıyor, saniyelerce gökyüzünde kalıyor, beyaz top masmavi gökyüzüne yükseliyor, sen de bütün varlığını bu ahmakça işe veriyorsun, bütün dikkatini buna odaklıyorsun, top, gökyüzü ve eldven dışında hiçbir şey yok gözünde; yüzün göğe çevrili, topun seyrini izlerken sürekli yukarıya bakıyorsun...(sayfa 15)
Ecel geldiğinde insanın varlığının bir başka bilinç alanına kaydığını ve bunu kabullenebildiğini öğrenmiştin. Ya da öyle sanıyordun. (sayfa 33)
İnsanın üzüntüsünü, acısını normal dışa vuruşu gibi üzülmedin, o yüzden bünyen senin yerine üzülerek iflas etti. (sayfa 113)
Yetmiş beş-yetmiş altı yaşına gelmesine karşın çekiciliğiyle topluluklarda herkesi etkilemeye devam ediyordu, çünkü kafasının minik bir köşesinde kendini hala bir yıldız olarak, dünyanın en güzel kadını olarak görüyordu. (sayfa 130)
Filmde adam bir sağlık merkezinden sokağa fırlıyor, gidecek yeri olmayan, kalabalık kaldırımlarda koşan, tarfiğin içine dalan, yanından geçtiği insanlara çarpan bu adam, az önce birkaç saat içinde olmasa bile birkaç gün içinde öleceğini, vücudunun ışıltılı bir toksinle zehirlendiğini ve zehri bünyeden atamayacak kadar geç kalındığını, artık umut kalmadığını ve canlı görünse deaslında ölü olduğunu, öldürülmüş olduğunu söyledikleri için duyduklarına inanamayarak çılgınlık nöbetine girmiş. O adamın sen olduğunu, televizyonda gördüklerinin 2002 de annenin ölümünden iki gün sonra senin başına gelenler olduğunu söylüyorsun kendi kendine: hiç uyarsız tepene inen tokmak, sonra nefesin daralması, yüreğinin güm güm atışı, baş dönmesi, ter boşanması, yere yığılan beden, kolların bacakların taş kesilmesi, çılgın gibi solumaya çalışan havasız ciğerlerin feryadı, sonuna geldiğine, bir saniye sonra var olmayacağına, çünkü kendinin var olmayacağına kesinlikle inanmak. (sayfa 132)
Çünkü panik zihinsel bir kaçışın ifadesidir, köşeye sıkıştığın, gerçek kaldıramayacağın kadar ağır geldiği, bu kaçınılmaz gerçeğin haksızlığına karşı koyamadığın zaman içinde kabaran sınırsız güçtür; o yüzden bu dehşete verebileceğin tek tepki kaçmak, kendini soluk soluğa seyirten, çılgınlaşmış bir bedene dönüştürerek aklın kapılarını kapatmaktır; hangi gerçek bundan daha korkunç olabilir? Birkaç saat ya da birkaç gün içinde ölmeye mahkum olmak, hiç mi hiç anlayamadığın nedenler yüzünden hayatının yarı yerinde bitmek, yaşamın bir andan bir avuç dakikaya, saniyeye, kalp atışına indirgenmesi (sayfa 139)
Hepimiz kendimize yabancıyız, kim olduğumuzla ilgili algılarımız ise yalnızca başkalarının gözlerinin içinde yaşadığımız kadarıyla var. (sayfa 141)
Her şimdi kaçınılmaz olarak bir sonrayı çağrıştırır. (sayfa 142)
Ailenin bavullarını buraya taşırkenki utanç verici beceriksizkliğinden sonra o kadının karşısında gülünç duruma düştüğünü hissettin ve kendinin yapamadığını bir başka insanın başarabilmesini saygıyla izledin. (sayfa 152)
O kızlar arada bir beynine ilgi duydular, çok kısa bir süre vücudunla ilgilendiler ama kalbin hiç bir zaman ilgilerini çekmedi. (sayfa 167)
Ortak ahbabınız sizi birbirinizle tanıştıdıktan bir saniye sonra karın gerçek olduğunu ortaya koydu; utanga ve çekingen olmadığı, doğruca gözlerinin içine baktığı ve ayağı yere basan biri olduğunu gösterdiği için, onu olmadığı birşeye dönüştürmen, geçmişte öteki kadınlara yaptığın gibi yaratman olanaksızdı, çünkü o zaten kendini yaratmıştı.....sen kusursuz kadın güzelliğini simgeleyen bir nesneye bakmıyor, yaşayan, soluk alan bir özneyle konuşuyordun. Nesne değil özneydi, o yüzden de hayale yer yoktu. (sayfa 169)
Eğer onun istediği buysa tabii seve seve evleneceğini söylerdin; çünkü o ne isterse senin de aynı şeyi isteyeceğini bilecek kadar uzun süredir seviyordun onu. İşte o yüzden o yaz çevrendeki herşeyi büyük bir dikkatle izledin; çünkü orası karının çocukluğunu ve genç kızlığını geçirdiği yerdi. (sayfa 174)
O semtte yaşayan herkes ücretsiz olarak o okullara gidebilir ve sen de özel eğitimin başlamasından, sorunlu diye tanımlanan çocuklar için ayrı okullar kurulmadan önceki dönemde yetiştiğin için, sınıf arkadaşlarının bazıları fiziksel engelliydi. Anımsadığın kadar ile tekerlekli sandalye ile okula gelen yoktu, ama çarpık vücutlu, kambur oğlan, bir kolu olmayan (omzundan parmaksız bir kol parçası sarkan) kız, salyası gömleğinin önünden aşağı akan oğlan, cüceden az hallice boyu olan kız hala gözlerinin önünde. Şimdi o günleri düşündüğün zaman, o insanların senin eğitiminin önemli bir parçası olduğunu, yaşamda onlar olmasaydı insan olmanın anlamını yeterince kavrayamayacağını, derinlikten ve merhametten yoksun kalacağını, acının ve eksikliğin metafiziğini hiç algılayamayacağını hissediyorsun; çünkü onlar kahraman çocuklardı. Eğer yalnızca fiziksel açıdan kusursuz olan, biçimli vücutlarını olağan karşılayan senin gibi çocukların arasında yaşamış olsaydın, kahramanlığın ne demek olduğunu nasıl öğrenecektin? O yıllardaki arkadaşlarından biri tombul, atletik yapılı olmayan, gözlüklü, yok denecek kadar küçük çeneli bir oğlandı, ama diğer çocuklar keskin zekası, esprileri ve matematikteki başarısı yüzünden onu çok severlerdi, seni en çok etkileyen özelliği de sık rastlanmayan özverili biri olmasıydı. Yatalak bir kardeşi vardı, gelişmesini engelleyen ve kemiklerinin kolayca kırılmasına neden olan bir hastalığa yakalanmıştı; kemikleri sert bir yüzeye hafifçe değse bile hiç nedensiz kırılıyordu; birkaç kez okuldan sonra arkadaşının evine gittiğini ve sizden bir-iki yaş küçük olan kardeşinin hastane yatağında makaralara, tellere bağlı, bacakları alçıda, kafası kocaman, benzi inanılmayacak kadar solgun bir halde yatışını gördüğünü anımsıyorsun; o odada ağzını açıp tek kelime edememiştin, gergindin, belki biraz ürkmüştün; ama arkadaşının kardeşi tatlı bir çocuktu, sıcakkanlı, dost canlısı bir oğlandı; onun o yatakta yatmasını çok anlamsız, çok zalimce bulurdun ve onu her görüşünde neden senin değil de o çocuğun o gövde içinde hapsolmasına hangi ahmak tanrının karar verdiğini düşünürdün. Arakadaşın kardeşinin üzerine titrerdi, tanıdığın diğer kardeşler kadar yakındılar birbirlerine; özel, iki kişilik bir dünyayı, ikisinin de tutkuyla oyadıkları hayali beyzbol oynunun egemen olduğu gizli bir evreni paylaşırlardı; zarlar ve iskambil kağıtlarıyla oynan, karmaşık kuralları, şaşmaz istatistikleri olan bir masa oyunuydu bu, oynadıkları her oyunun, bütün mevsimi kapsayan bütün oyunların kayıtlarını özenle tutarlardı, yıllar geçip giderken bir ya da iki ayda birbaşka bir sezona geçerlerdi; hayali oyunların sezonları peşpeşe devrilirdi. 1957-58 kışında, Dodgers takımının Brooklyn'den Los Angeles'e taşınmasından kısa bir süre sonra bir akşam, sana telefon edip milli takım top tutucusu Ray Campanella'nın araba kazası geçirdiğini ve sağ kalabilirse bile ömrünün sonuna kadar felçli olacağını haber veren kişinin o arkadaşın olmasındaki isabeti şimdi farkediyorsun. Arkadaşın telefonde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. (sayfa 165-167)
Ve bu hikayeyi okurken ben de ağlıyordum.
4 yorum:
okunacaklar listesinde bekleyen bir kitap daha...ve ben neye nasıl yetişeceğimi bilmiyorum ://
ben de aynı durumdayım:) ama olsun bu liste hiç tükenmesin, keyif keyif okuyalım.
ne güzel alıntılar, tekrar okumak istedim..
sevgili entelkedi, bende de hep böyle olur okuduğum kitabı biri yazınca kitabı bi de onun gözü ile görür yeniden okuyasım gelir
Yorum Gönder